DÜN SREBRENİTSA BUGÜN GAZZE: BOSNA SEYAHATİMİN İZLERİ

Ne yaparsanız yapın soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.” diyor Aliya İzzetbegoviç. Bilge Kral’ın bu çağrısına kulak vererek, Srebrenitsa soykırımının sene-i devriyesinde unutmamamız için yazıyorum bu yazıyı. Zira insan, nisyan ile maluldür ve bu genelde nefse hoş gelir. 

 

Tarihler 1 Şubat’ı gösterirken uzunca zamandır gitmek istediğim ve nihayet nasip olan Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’daydım. O günkü rotamız Srebrenitsa’ydı ancak henüz arkadaşlarım gelmediği için o bekleme süresini Srebrenitsa soykırımıyla ilgili bir fotoğraf galerisi olan “Gallery 11/07/95” e giderek değerlendirmeye karar verdim. Tarık Samarah tarafından kurulan galerinin mottosu şu: “You are my witness.” (Sen, benim şahidimsin.)


Sözde modern Avrupa’nın kalbinde, gerçek Avrupalı (!) sayılmadıkları için yok edilmek istenen ve sistemli şekilde soykırıma uğrayan bir halkın ve coğrafyanın gerçekleriyle yüzleşmek kolay olmayacaktı.

Srebrenetsi’da şehit edilen 8372 kişiden bir kısmının fotoğrafları sergileniyor galerinin girişinde. Çoğunluğu erkeklerden oluşan çocuklara, gençlere, yetişkinlere ve yaşlılara ait çeşitli portreler… Bazısının gözünün içine, bazısının duruşuna, bazısının gülüşüne, bazısının da kıyafetlerine odaklanıyorum. Her birinin nasıl bir hikayesi olabileceğini tahayyül etmeye çalışıyorum. Hangi umutların taşıyıcısıydılar ve hangi acıyla değiştirildi heybelerindeki umut?

Şehit edilen gençlerden birisinin abisi, “kardeşimin cansız bedenini bulduğumuzda üzerinde Portekiz markası olan bir kıyafet vardı. O günden sonra Portekiz markası ürünlerden nefret etmek yahut onlarla daha yakın bir duygusal bağ kurmak arasında kaldım hep” diyor mealen.

Kıyafet deyip geçmeyelim, nice acı ve umut barındırıyor içinde…

 

Galeriyi gezerken, zihnimin ve kalbimin bir tarafı hep Gazze’yle iştigal. Zira olmaması imkânsız. Zalimin zulmünün sınır tanımadığı, mazlumun feryadının arşı aştığı ve sözde adalet mercilerinin yine üç maymunu oynadığı şu soykırım günlerinde, bir başka soykırımın kurbanlarıyla göz göze geldiğimde “ne kadar da aynı hikâye” demekten alıkoyamıyorum kendimi.


Bir çerçeve gözüme çarpıyor, dantelli bir minderin üzerinde. Oğullarının ve kendi fotoğrafını bir çerçevenin içine yerleştirmiş bir anneye ait. Bu çerçeveyi o günden beri bir kolye gibi yanında taşıdığını söylüyor anne. Bir aile, yedi ayrı hikâye ve otuz yıldır bu hikâyeyi bir kolye gibi taşıyan bir anne.


Bir başka fotoğrafı anlamakta zorluk çekiyorum. “600 kişilik toplu mezarlardan birinin üzerinde bulunan oyuncak bir bebek” olması dışında bir bilgi verilmiyor. Bebeğin ağzı kesilmiş ve etrafı karıncalar tarafından çevrilmiş. Oyuncak bebeğin ağzını keserek toplu mezarların üzerine bırakılmasının “sonunuz böyle olacak” anlamında bir Sırp askeri tarafından bilinçli bir şekilde bırakılmış olabileceğini duydum. Her halükârda, muhtemelen toplu mezarlardan birinde olan küçük bir çocuğa ait bir oyuncak bebeğe dahi bu derece kin duymalarının nedeni ne olabilirdi? Ve bebeği çevreleyen karıncalar ne zamandır oradaydı?



Bir başka fotoğrafta ise Srebrenitsa anneleri 2004’de birinci toplu mezarlardan çıkarılanların başında dua ediyor ancak cesetlere dokunamıyor. Çünkü cesetlerin altında yıllar geçse de patlamaya hazır bombalar var, cesedi kaldıran da ölsün diye. Cesetleri kaldırmak için ise bomba imha ekibini bekliyorlar. Bu kana susamışlık ise bize bugün çok uzak değil. İsrail’in hamile anneleri hedef alırken kullandığı “bir atışta iki ölü” sloganını çoğumuz biliyoruzdur.

 

 

Bu fotoğrafta ise çeşitli toplu mezarlardan çıkarılan kemik parçalarının bir araya getirildiği bir salon görüyoruz. Bunun temel sebeplerinden biri şu; soykırım gerçekleştiğinde insanlar Srebrenitsa yakınlarındaki toplu mezarlara gömülüyor. Ancak sonrasında üst beyinler tarafından uyarılan Sırp askerleri, bunun kendileri aleyhinde bir delil olacağı endişesiyle toplu mezarların birçoğunu soykırımdan yaklaşık bir hafta sonra başka bölgelere taşıyorlar. Bu şekilde cesetlerin bir kısmı, birinci dereceden bir kısmı da ikinci ve üçüncü dereceden toplu mezarlarda kalıyor ve bir kişinin bütün kemiklerini tek bir toplu mezardan çıkarmak fotoğrafta da görüleceği üzere çok mümkün olmuyor.


Galerinin sonundaki 16 metrelik duvarda Srebrenitsa’da öldürülen 8372 kişinin adı ve yaşı bulunuyor. Soyadlarına dikkat edildiğinde bir aileden onlarca kişinin öldürüldüğünü anlamak zor olmuyor. Bugüne hiçbir üyesi ulaşmamış kim bilir kaç aile vardır...

 

Sırayla yazılmış insan isimlerini okumak da bambaşka bir acı hissi uyandırıyor. O insanlar bir sayıdan ibaret değil ve ben sırayla onların isimlerini okuyup kaçıncı kişi olduklarına bakıyorum. Bu insanların her birinin bir hikayesi, bir hayali, anlatacağı bir şeyler vardı. Neydi? Çoğununkini belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama “daha adil ve yaşanılabilir bir dünya” umudunu taşıması muhtemeldi çoğunun.

 

Duvarın karşısında Edmund Burke’ye ait çarpıcı bir söze yer veriliyor: “Kötülüğün zaferi için, iyilerin hiçbir şey yapmaması yeterlidir.”

 

Galeriden çıktıktan sonra Türkiye’den gelen arkadaşlarımla ve rehberimizle buluşuyoruz ve Srebrenitsa’ya doğru yola çıkıyoruz. Saraybosna ve Srebrenitsa arası yaklaşık 130 km. Bosna’nın “Sırp Cumhuriyeti” kısmında bulunuyor. Yolda ilerlerken özellikle kışın otobüs seferlerinin sıkıntılı olması sebebiyle Srebrenitsa ziyaretlerinin seyrekleştiğinden bahsediyor rehberimiz. Ayrıca Sırpların ağırlıklı olarak bulunduğu bölgede yer almasından dolayı insanların gelmekten çekindiğini öğreniyoruz. Her ne kadar şu an ki durumda fiili bir sıkıntıyla karşılaşma ihtimali düşük olsa da bölgeye yaklaştıkça o gerilimli hâlet-i ruhiyye’yi hissetmeye başlıyoruz.

 

Srebrenitsa ile Zvornik arasında kalan Konjević Polje (Konyeviç ovası)’de ikamet eden ve savaşta eşi de dahil 22 yakınını şehit veren Fatima Orlović teyzemizin evini gösteriyor rehberimiz yol üzerinde.  Bu bölgedeki nadir Müslüman evlerinden biri olduğunu öğreniyoruz. Herkes gibi Fatima teyze de savaş sırasında evini terk etmek zorunda bırakılıyor ve savaş nihayete erdikten sonra 1999 yılında evine geri dönüyor ve bahçesinde Sırplar tarafından izinsiz şekilde inşa edilmiş bir kiliseyle karşılaştığında şok oluyor.  O tarihten beri bu kaçak inşa edilmiş kiliseyi yıktırmak için mücadele eden Fatima teyze, nihayet 2021 yılında muvaffak oluyor ve kilise yıkılıyor. Sonrasında Sırp Çetnikler tarafından, bunun bedelinin ağır olacağı yönünde çeşitli tehditler almış olmasına rağmen Fatima teyze onurlu duruşunu sürdürmeye bugüne dek devam ediyor. Onu “Bosna’nın Nene Hatunu” olarak isimlendiriyor rehberimiz.


Bu bölgede yaşamayı sürdüren Boşnakların durumunu topraklarına sahip çıkmak için ne pahasına olursa olsun yerlerinde kalmayı sürdüren Filistinlilere benzettim. Zira savaş sonrası Bosna- Hersek’in %49’luk bölgesi Sırplara bırakılıyor ve burada bağımsız bir Sırp Cumhuriyeti kuruluyor. Sırplar ağırlıkta olmasına rağmen bazı Boşnaklar da bu bölgede yaşamaya ve topraklarına sahip çıkmaya devam ediyor. Terk edilmiş, kurşun izleriyle dolu harabeye dönmüş evleri gördükçe meselenin ciddiyetini daha iyi anlıyoruz.

 


Ve nihayet katliamın gerçekleştiği bölgeye ulaşıyoruz. BM tarafından güvenli bölge ilan edilen ve Hollanda askerleri tarafında korunulan bu bölgeye binlerce Boşnak sığındı. Sığınmacıların çoğu Potaçari’de bulunan (sonrasında kendilerine mezar olacak) bir akü fabrikasına yerleştirildi. 11 Temmuz 1995’te bu bölge Hollandalı askerler tarafından “Sırp Kasabı” olarak adlandırılan Ratko Mladic komutasındaki Sırp birliklerine teslim edildi. Bu tarihin aynı zamanda Sırpların ulusal bayramı olması dikkat çekicidir. Bu bayramın arefesinde Mladic’in bölgedeki yaşayan Müslümanları kastederek “Bu topraklarda Türklerden intikam alma vakti gelmiştir” dediği aktarılıyor.

 

12 yaşın üstündeki erkekler bir tarafa, kadınlar ve çocuklar diğer tarafa ayrıldı. Erkeklerin çoğu otobüslerle bilinmeyen yerlere ölüme götürülürken, kadınlar da sistemli bir şekilde tecavüze uğradı. Kıyımdan kurtulup Tuzla şehrine doğru kaçmaya çalışan kimseler ise keskin nişancılar tarafından avlandı. Derelere çeşitli zehirlerin karıştırıldığını ve derenin suyundan içenlerin de yer ve yön duygusuna kaybederek hareket edemediklerini, daha kolay avlandıklarını öğreniyoruz.

 

Şehitliğin bulunduğu alanın etrafı da söz konusu dağlarla çevrili. Rehberimiz bu olayı anlatırken, arkamızda şehitlik önümüzde o dağlar, soykırımdan yaklaşık 30 yıl sonra o zamanların dinleyicileri oluyorduk. Yaşadığım duygunun gerilimli hâlini hâlâ hissediyorum. Zira bir taraftan, bunca acıya insanlık şahit olurken vicdanlar nasıl lâl olmuş, yer gök bu acıya nasıl dayanmış diye şaşa kalırken, diğer taraftan benzer acının misliyle aylardır Gazze’de yaşandığını ve bizim de zulmün aktüel şahitleri olduğunu hatırlatıyordum kendime. En nihayetinde 30 yıl öncesi ve bugün arasında, “sözde modernleşen dünyada” artan silah gücü ve daha modern donanmalar dışında pek de bir şeyin değişmediğini tüm benliğimle idrak ettim. Kıyımı yapanlar değişti, kıyımı yapan alet/ edevat daha çok öldürücü hale getirildi, acının coğrafyası değişti, ama “acı” aynı kaldı. Biz yitirildik ve yitiriliyorduk.


Nihayetinde bugün Srebrenitsa civarında irili ufaklı yaklaşık 85 toplu mezar bulunuyor. Şimdiye kadar soykırımda katledilen 8372’nin tamamının kemiklerine ulaşılmadı. Her yıl 11 Temmuz’da yeni açılan toplu mezarlardan çıkarılan kemikler, Srebrenitsa şehitliğine defnediliyor. Yukarıda anlattığım toplu mezarların taşınma meselesinden dolayı da kişilerin kemiklerinin tamamının bulunması ve tespiti genelde mümkün olmuyor.

 

Anadolu Ajansı verilerine göre güncel durumda Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’nda yargılanan Sırplardan 4’ü müebbet hapse mahkûm edilirken, 45’i de toplam 699 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

 



Şu soruyu sordum rehberimize: “Peki aynı imkanlar ellerine geçse Sırp Çetnikler ve Hırvat Ustaşalar yine gün yüzüne çıksa aynı katliamlar gerçekleşir ve Avrupa yine onları destekler mi?” Cevap tüyler ürperticiydi: “Şüpheniz olmasın.” Hatta uluslararası maçlarda Sırpların Boşnaklara yönelik nefret söylemi olarak kullandığı "Bıçak, tel, Srebrenitsa" sloganının hâlâ duyulduğunu ekledi.

 

Genel anlamıyla Bosna- Hersek izlenimlerimi de aktararak yazımı nihayete erdireceğim. Seyahatimizin diğer günlerinde, çeşitli şehirlerde, şehitliklerde, camilerde ve sosyal ortamlarda bulunduk.

 

Saraybosna’da Aliya’nın “Allah’a yemin olsun ki asla köle olmayacağız” yazılı mezar taşı karşıladı bizi. 20’li yaşlarda şehit olanın da 50 yaşında şehit olanın da kabrini gördük. Hırvat askerler tarafından 16 Nisan 1993'te sabah ezanında baskın yapılan ve 32'si kadın, 11'i çocuk 116 Boşnak sivili katledildiği Ahmiçi köyüne gittik. Katledilenler arasında daha sonra yanmış bedeni fırından çıkarılan 3 aylık bir bebek de bulunuyordu. Travnik’de aralarında Selami Yurdan, Renda Tosuner gibi Türkiye’den gelen şehitlerimizin de olduğu şehitlikleri ziyaret ettik.

 

Ve şehitliklerin dışında İslam’ın yeniden canlandığı camileri ve medreseleri de ziyaret ettik. Camiler cıvıl cıvıl, belki çok gösterişli ve büyük değiller ama içerisinde her zaman bir cemaat var. Özellikle vakit namazlarında genç nüfusun ağırlıkta olduğunu görmek, cemaatle namaz kılarken o sükuneti ve huşuyu ortamın kendisinde bulmak, İslam’ı yeniden anlama ve yaşama yönünde bir dirilişin olduğunu hissetmek, yüreğimizde çiçekler açtırdı. O köklü tarihin yanında, İslam sanki Bosna’da 30 yıllık bir geçmişe sahipmiş gibi bir his de uyandı bende. İslam sade ve estetik bir biçimde hayatın bizzat içerisinde yaşanıyor, gayet doğal ve samimi şekliyle.

 

Aliya’nın komutanlarından Harun Hodzic ağabeyin de vurguladığı gibi, bu savaşın akabinde Bosna yüz yıllardır isimlendirildiği şekliyle kendi Müslüman kimliğine beklenmedik bir hızda dönüş yapıyor ve yeniden diriliyor. Tüm acılara rağmen, bu dirilişe şahit olmak kalplerimize ferahlık oluyor.

 

Bilvesile bu yazıyı hazırlarken kendisinden alıntılar yaptığım rehberimiz Adem Kasa ağabeye teşekkürlerimi iletiyorum.

 

Beldelerimizin hür ve aziz olduğu umut dolu yarınlara ulaşmak duasıyla… Mavi kelebeklere, Srebrenitsa çiçeğine, marş mira yolcularına, hüzün ve umut arasında sıkışan yüreklere selam olsun.


Sümeyye Sakarya

Yorumlar